Şiddet Nesilden Nesile Aktarılan Bir Hastalık Gibidir
KADINA ŞİDDET
Sokaktan kimi çevirseniz 10 kişiden 8’i kadına şiddete karşıyım der. Peki bu kadar karşı olunan bir şeyin bu kadar yaygın olması bir tezatlık değil midir? Acaba kadına şiddete karşıyım derken kadına şiddetin ne olduğunu gerçekten bilerek mi söylüyoruz? Yoksa çoğumuzun aklına gelen sadece fiziksel kısmı mı oluyor? Muhtemelen öyle. O zaman gelin önce kadına şiddetin ne olduğunu kapsamlı bir şekilde tanımlayalım. 1995’te Birleşmiş Milletler Dünya Kadın Konferansı’nda yayımlanan bildiride kadına yönelik şiddetkadınlarda fiziksel, cinsel yada psikolojik zararla sonuçlanan veya kadınların acı çekmesine yol açan cinsiyet temelli her tür şiddet eylemi olarak tanımlanır. Buna şiddet tehditi veözgürlüğün kısıtlanması da dahildir. Görüldüğü üzere fiziksel şiddet olayın sadece bir boyutu. Kadına bağırmak, hakaret etmek, aşağılamak, korkutmak, yaşadığı şiddetin sorumlusu olarak göstermek, tehdit etmek, farklı yapısını reddetmek, baskı altında tutmak da şiddettir. Bunları psikolojik şiddet olarak adlandırırız. Kadını cinsel ilişkiye zorlamak, hamile kalmaya yada kürtaja zorlamak, para karşılığında cinselliğini kullandırmak da şiddetin ayrı bir boyutu olan cinsel şiddet kategorisindedir. Ayrıca kadının çalışmasına izin vermemek, yada zorla çalıştırmak, parasını elinden zorla almak da ekonomik şiddet olarak tanımlanır.
Şiddete karşı olmakla ilgili ülkemizdeki garipliklerden biri de şudur; birbiriyle bir eş, sevgili yada aile bağı olmayan bir erkekle kadın arasındaki şiddete daha yüksek dozda bir karşıtlık gösterirken, aralarında bu bağlardan biri olan kadın ve erkeğin şiddet olaylarında orayı özel alan olarak görüp, müdahele etmekten kaçınılmasıdır. Örneğin bir erkeğin bir evlilik bağı olmayan bir kadına tacizde, tecavüzde yada fiziksel şiddette bulunması hemen hemen herkes için suç olarak görülür. Her ne kadar ülkemizde bunla ilgili adalet sistemimizher zaman vicdanlarımızı rahat ettirecek şekilde işlemese de en azından toplumun genel yargısı bu insanın yaptığının bir suç olduğu yönündedir. Ama bu kişi eşi olan kadına bu tarz eylemlerde bulunduğunda toplum garip bir mahremiyet psikolojisine bürünür. Sanki aralarındaki bağ o erkeğin kadına uyguladığını meşrulaştırıyor yada onların özel alanıdır deyip yapılanın evrensel bir suç olduğu gözden kaçırılıyor. Kadına yönelik şiddetin böylesine kamu ve özel diye ayrı algılanmasına karşıt çalışmalar,yani şiddetin, aile ve karı-koca arasındaki, yada iki sevgili arasındaki ilişkilere, yani “özel alan”a ait bir sorun olmayıp; kamu sağlığını ve insan haklarını ilgilendiren bir sorun olduğunun anlaşılmasına dair çalışmalar,Avrupa’da 1970’lerden itibaren kadın örgütlerini tarafından yapılmaktadır. Ülkemizde de 1998 yılında şiddet uygulayan erkeğin evden uzaklaştırılmasına yönelik “4320 Sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun” çıkarılsa da ülkemizdeki bir çok kadının bu kanundan haberi yoktur, olsa bile maalesef bazı kültürel faktörlerimiz bu tarz kanunların uygulanabilirliğini kadın açısından zorlaştırmaktadır.
Aslında sadece kültürel değil birçok faktör kadına yönelik şiddeti doğurmakta ve beslemektedir. Evet kültürel olarak baktığımızda erkeğin kadının üstünde söz sahibi olarak görülmesi, erkek ve kadın üzerine tanımlanmış roller, bu rollerde erkeğin üstün olarak tanımlanması ve erkeğin şiddetinin toplumda normalleştirilmesi kadına yönelik şiddeti ortaya çıkaran başlıca faktörler olabilir. Ama bunun yanı sıra kadının ekonomik olarak erkeğe bağımlı olması, çalışma hayatındaki kısıtlamaları, eğitimsizlik, kadına yönelik şiddetin yasalar karşısındaki durumu da bu şiddeti besleyen faktörlerdir.
Şiddetle ilgili yapılan araştırmaların büyük çoğunluğu hep şuna işaret eder; eğer kişilerin çocukluklarında bir şiddet öyküsü varsa bu onların da şiddet uygulamaya yada şiddeti kabullenmeye meyilli olmalarını artırır. Yani şiddet nesilden nesile aktarılan bir hastalık gibidir. Babasının annesine şiddet uyguladığını gören bir erkek çocuğun babayı rol model alıp kendi eşine de şiddet uygulaması maalesef çok büyük bir olasılıktır. Kız çocuk da anneyle özdeşleşip kendisine uygulanan şiddeti rasyonalize etme yani hep asılsız gerekçelerle haklı çıkarma, kabullenme hatta zaman zaman pasif agresif olma eğiliminde olacaktır.
Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması’nın bir dönem yaptığı çalışmada, kadınların % 39’u, cinsel ilişkiyi reddetmesi, parayı gereksiz harcaması ve kocasınasözel karşılık vermesi gibi durumlardan birinin gerçekleşmesinineşinin kendine uyguladığı şiddet için haklı gerekçe oluşturabileceğini belirtmiştir. Bu maalesef içler acısı bir durumu ortaya koyuyor. Kadın bile kendine uygulanan şiddeti mazur görebiliyor.
Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda görülüyor ki kadına şiddetin önlenmesi için psikososyal faktörlerin anlaşılıp ele alınması ve bunlar üzerine çalışmalar yapılması gerekmektedir. Özellikle toplum buna kültürel olarak meyilli bir yapı gösterirken devletin bu konudaki yasalarının ve yaptırımlarının daha caydırıcı olması gerektiği de aşikardır. Kadınların bu gibi durumlarda hem psikolojik hem sosyal destek alabilecekleri merkezlerin çeşitlendirilmesi ve arttırılması, aile içerisinde psikolojik sağlık halinin iyileştirilmesine yönelik devlet kurumlarınca desteklenen çalışmalar yapılması kadının ve erkeğin kendi rollerine dair oluşmuş yanlış algılarının düzelmesine ve sonraki nesillere bu şiddeti miras olarak bırakmamalarına katkıda bulunacaktır. Yaşadığı durumla ilgili farkındalığı biraz daha yüksek olup bunun çözülmesi gereken bir durum olduğunu anlamış olan bireylerin de belki bir gün kendiliğinden geçer deyip durumun daha da kökleşmesine izin vermeden en kısa zamanda bir uzmandan psikolojik destek almaları sorunun çözümü için gereklidir.
KADINA ŞİDDET
Sokaktan kimi çevirseniz 10 kişiden 8’i kadına şiddete karşıyım der. Peki bu kadar karşı olunan bir şeyin bu kadar yaygın olması bir tezatlık değil midir? Acaba kadına şiddete karşıyım derken kadına şiddetin ne olduğunu gerçekten bilerek mi söylüyoruz? Yoksa çoğumuzun aklına gelen sadece fiziksel kısmı mı oluyor? Muhtemelen öyle. O zaman gelin önce kadına şiddetin ne olduğunu kapsamlı bir şekilde tanımlayalım. 1995’te Birleşmiş Milletler Dünya Kadın Konferansı’nda yayımlanan bildiride kadına yönelik şiddetkadınlarda fiziksel, cinsel yada psikolojik zararla sonuçlanan veya kadınların acı çekmesine yol açan cinsiyet temelli her tür şiddet eylemi olarak tanımlanır. Buna şiddet tehditi veözgürlüğün kısıtlanması da dahildir. Görüldüğü üzere fiziksel şiddet olayın sadece bir boyutu. Kadına bağırmak, hakaret etmek, aşağılamak, korkutmak, yaşadığı şiddetin sorumlusu olarak göstermek, tehdit etmek, farklı yapısını reddetmek, baskı altında tutmak da şiddettir. Bunları psikolojik şiddet olarak adlandırırız. Kadını cinsel ilişkiye zorlamak, hamile kalmaya yada kürtaja zorlamak, para karşılığında cinselliğini kullandırmak da şiddetin ayrı bir boyutu olan cinsel şiddet kategorisindedir. Ayrıca kadının çalışmasına izin vermemek, yada zorla çalıştırmak, parasını elinden zorla almak da ekonomik şiddet olarak tanımlanır.
Şiddete karşı olmakla ilgili ülkemizdeki garipliklerden biri de şudur; birbiriyle bir eş, sevgili yada aile bağı olmayan bir erkekle kadın arasındaki şiddete daha yüksek dozda bir karşıtlık gösterirken, aralarında bu bağlardan biri olan kadın ve erkeğin şiddet olaylarında orayı özel alan olarak görüp, müdahele etmekten kaçınılmasıdır. Örneğin bir erkeğin bir evlilik bağı olmayan bir kadına tacizde, tecavüzde yada fiziksel şiddette bulunması hemen hemen herkes için suç olarak görülür. Her ne kadar ülkemizde bunla ilgili adalet sistemimizher zaman vicdanlarımızı rahat ettirecek şekilde işlemese de en azından toplumun genel yargısı bu insanın yaptığının bir suç olduğu yönündedir. Ama bu kişi eşi olan kadına bu tarz eylemlerde bulunduğunda toplum garip bir mahremiyet psikolojisine bürünür. Sanki aralarındaki bağ o erkeğin kadına uyguladığını meşrulaştırıyor yada onların özel alanıdır deyip yapılanın evrensel bir suç olduğu gözden kaçırılıyor. Kadına yönelik şiddetin böylesine kamu ve özel diye ayrı algılanmasına karşıt çalışmalar,yani şiddetin, aile ve karı-koca arasındaki, yada iki sevgili arasındaki ilişkilere, yani “özel alan”a ait bir sorun olmayıp; kamu sağlığını ve insan haklarını ilgilendiren bir sorun olduğunun anlaşılmasına dair çalışmalar,Avrupa’da 1970’lerden itibaren kadın örgütlerini tarafından yapılmaktadır. Ülkemizde de 1998 yılında şiddet uygulayan erkeğin evden uzaklaştırılmasına yönelik “4320 Sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun” çıkarılsa da ülkemizdeki bir çok kadının bu kanundan haberi yoktur, olsa bile maalesef bazı kültürel faktörlerimiz bu tarz kanunların uygulanabilirliğini kadın açısından zorlaştırmaktadır.
Aslında sadece kültürel değil birçok faktör kadına yönelik şiddeti doğurmakta ve beslemektedir. Evet kültürel olarak baktığımızda erkeğin kadının üstünde söz sahibi olarak görülmesi, erkek ve kadın üzerine tanımlanmış roller, bu rollerde erkeğin üstün olarak tanımlanması ve erkeğin şiddetinin toplumda normalleştirilmesi kadına yönelik şiddeti ortaya çıkaran başlıca faktörler olabilir. Ama bunun yanı sıra kadının ekonomik olarak erkeğe bağımlı olması, çalışma hayatındaki kısıtlamaları, eğitimsizlik, kadına yönelik şiddetin yasalar karşısındaki durumu da bu şiddeti besleyen faktörlerdir.
Şiddetle ilgili yapılan araştırmaların büyük çoğunluğu hep şuna işaret eder; eğer kişilerin çocukluklarında bir şiddet öyküsü varsa bu onların da şiddet uygulamaya yada şiddeti kabullenmeye meyilli olmalarını artırır. Yani şiddet nesilden nesile aktarılan bir hastalık gibidir. Babasının annesine şiddet uyguladığını gören bir erkek çocuğun babayı rol model alıp kendi eşine de şiddet uygulaması maalesef çok büyük bir olasılıktır. Kız çocuk da anneyle özdeşleşip kendisine uygulanan şiddeti rasyonalize etme yani hep asılsız gerekçelerle haklı çıkarma, kabullenme hatta zaman zaman pasif agresif olma eğiliminde olacaktır.
Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması’nın bir dönem yaptığı çalışmada, kadınların % 39’u, cinsel ilişkiyi reddetmesi, parayı gereksiz harcaması ve kocasınasözel karşılık vermesi gibi durumlardan birinin gerçekleşmesinineşinin kendine uyguladığı şiddet için haklı gerekçe oluşturabileceğini belirtmiştir. Bu maalesef içler acısı bir durumu ortaya koyuyor. Kadın bile kendine uygulanan şiddeti mazur görebiliyor.
Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda görülüyor ki kadına şiddetin önlenmesi için psikososyal faktörlerin anlaşılıp ele alınması ve bunlar üzerine çalışmalar yapılması gerekmektedir. Özellikle toplum buna kültürel olarak meyilli bir yapı gösterirken devletin bu konudaki yasalarının ve yaptırımlarının daha caydırıcı olması gerektiği de aşikardır. Kadınların bu gibi durumlarda hem psikolojik hem sosyal destek alabilecekleri merkezlerin çeşitlendirilmesi ve arttırılması, aile içerisinde psikolojik sağlık halinin iyileştirilmesine yönelik devlet kurumlarınca desteklenen çalışmalar yapılması kadının ve erkeğin kendi rollerine dair oluşmuş yanlış algılarının düzelmesine ve sonraki nesillere bu şiddeti miras olarak bırakmamalarına katkıda bulunacaktır. Yaşadığı durumla ilgili farkındalığı biraz daha yüksek olup bunun çözülmesi gereken bir durum olduğunu anlamış olan bireylerin de belki bir gün kendiliğinden geçer deyip durumun daha da kökleşmesine izin vermeden en kısa zamanda bir uzmandan psikolojik destek almaları sorunun çözümü için gereklidir.